Mustafa Kemal Atatürk’ün Yolculuğu
Yollar vardır; meçhulün önümüze serdiği çizgilerdir. Bu yollarda yolcu, talihin tezgahında kendi kaderini dokur. Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’da başlayıp Erzurum’a, Sivas’a çıkan ve sonra Ankara’ya, İzmir’e ulaşan yolculuğu da böyle bir yolculuktur. Bu yollarda o, talihiyle boğuştu, kaderini dokudu ve onun kaderi, bizim de kaderimiz oldu. İşte bu yol şöyle başlamıştı…
Mondros Ateşkes Antlaşması ve Sonrası
30 Ekim 1918 günü Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Atatürk Adana’daydı. Ateşkesin, ateşkesten başka her şeye benzediğini fark eden Paşa, düşünmeye başlamış ve İstanbul Hükümeti’ne bu antlaşmanın koşullarının çok ağır olduğunu bildirmişti.
İstanbul Hükümeti, sanki Çanakkale Savaşı’nda kahramanlık gösteren Mustafa Kemal değilmişçesine gözünü karartmıştı. İngilizler Musul’u işgal etmiş, Fransızlar Hatay’ı işgal etmek için hazırlık yapıyordu. Bu sırada Halep’te bulunan orduyu Anadolu’nun içlerine kadar çeken Mustafa Kemal’in karşılarında olduğunu bilen Fransızlar, İngilizlerle iletişime geçerek İstanbul Hükümeti’ne emirler verdiriyorlardı. Emir açık ve netti: “Bütün paşalar İstanbul’a gelecekti.”
10 Kasım 1918: Kritik Bir Gün
10 Kasım, Gazi’nin hayatı için kritik bir gündü. 10 Kasım 1918 günü Mustafa Kemal Atatürk’ün aklında birçok düşünce dolaşıyordu. Ya Anadolu’ya geçip halkıyla beraber direnişin fitilini ateşleyecekti ya da Ahmet İzzet Paşa’dan gelen görüşme talebi için İstanbul’a gidecekti. Paşa, hem asi konumuna düşmemek hem de direnişin fitilini başkent İstanbul’da ateşleyebileceğini düşünerek İstanbul’a gitmeye karar verdi.
İstanbul Fiilen İşgal Altında
11 Kasım sabahı yola çıktı. Haydarpaşa Garı’na yanaşan trenin çıkardığı o tiz ses, Paşa’nın düşüncelerine bir anlık dahi olsa engel olmuştu. Fakat gördüğü manzara onun canını daha çok acıttı. Cevat Abbas ile trenden indiğinde, 73 gemilik düşman donanması Boğaz’a ağır ağır giriş yapıyordu. Fatih, günlerce kuşattığı İstanbul’unu bırakmamış ve kanının son damlasına kadar Konstantin ile burada savaşmamış mıydı? Fatih’in torunları topraklarını nedensiz, amasız, fakatsız düşmana teslim etmeye hazır mıydı? Ne hazindi…
Mustafa Kemal, bu kadim şehrin bir zamanlar sokaklarında dolaşıp hoş sohbetler ettiği bir şehir olarak kalmasını istiyordu. Mustafa Kemal, düşman gemilerini rıhtımda karşılamak için bağıran kalabalığa ayrı, kadim İstanbul’un düştüğü duruma ayrı üzülüyor, fakat bir yandan da kızıyordu. Cevat Abbas, komutanını yalnız bırakmamak adına yanına geldiğinde Paşa’nın ağzından şu ifadeler döküldü:
”Geldikleri gibi giderler!”
Samsun: Ulusal Egemenlik İçin İlk Adım
7 ay kadar İstanbul’da kalan Mustafa Kemal, buradan bir şey yapamayacağını anlamış ve fırsat bu fırsat diyerek Karadeniz’deki ayaklanmaları düzeltmek adına Padişah Vahdettin tarafından görevlendirilerek 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basacaktı. Aklında kimselere söylemediği tek bir fikir vardı:
“Ulusal egemenlik!”
Monarşi işlemiyordu ve tek kurtuluş yolu Cumhuriyetti, fakat bunun için de henüz çok erkendi. Ancak her şey halkı içindi. O, ona inananlar ile birlikte bu yolu yürümeye and içmişti.
Havza: Direnişin İlk Kıvılcımı
Dedeni Kırım Harbi’nde, babanı 93 Harbi’nde kaybettin, kocanı Trablusgarp’ta, büyük oğlunu Balkan Savaşı’nda, küçük oğlunu Çanakkale’de… Bir tane küçük torunun kaldı biliyorum. Onu da ben, Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal olarak istesem bana gönderir misin, göndermez misin?
Mustafa Kemal halkına “Ben bu ateşi yakacağım. Benimle beraber bu ateşi büyütmeye ve direnişi tüm ulusa yaymaya var mısınız?” dedi. Halkı artık bıkmıştı. Son umutları bu cengaver komutandı belli ki. İngilizler bir yandan, Fransızlar bir yandan bastırıyordu. İzmir işgal altındaydı. Kaybedecek neleri vardı? Halkı, onunla yol yürümek için kararlıydı. Havza Genelgesi ile bu fitili ateşleyen Mustafa Kemal’i hiç yalnız bırakmayacaktı.
- İşgaller mitingler ile protesto edilecek.
- Askeri ve sivil kurumlar teslim olmayacak.
Amasya: Milli Mücadelenin Yol Haritası
”Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.”
Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi ile birlikte Kurtuluş Savaşı’nın gerekçesini, amacını ve yöntemini belirlemişti. O, kimselere söylemediği cumhuriyet fikrini ilk defa gün yüzüne çıkaracak ve ulusun kararı ile bunu vurgulayacaktı. İşte o, ulusunun artık karar alabilmesi, tebaa olmaktan çıkması için halaskar olmaya karar vermişti. Fitil çoktan ateşlenmişti… Fakat bu sırada fitili söndürebilecek bir olay yaşandı. Mustafa Kemal, hayatının belki de en buhranlı gecelerinden birini yaşayacaktı. İstanbul’dan gelen bir telgraf ile görevinden atılacağı haberini almıştı. Askerlikten ayrılmak mı? Bu hesapta değildi. Hapisler, sürgünler, istibdat, Libya çölleri, Anafartalar, Trablusgarp… Bu muydu? Halkı için, devleti için gösterdiği cesaretin karşılığı bu muydu?
İstifa…
Mustafa Kemal çok sevdiği askerlik görevinden istifa edecekti etmesine ama Milli Mücadele ne olacaktı? Evladını, kocasını, babasını kaybetmiş analar ne olacaktı? O ki, artık rütbesiz, sıradan birinden başkası değildi… Ancak umutlar tükenmezdi. Umudu tükendiğinde gökyüzüne baktı ve “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben umudumu hiçbir zaman kaybetmedim.” diyerek ateşi harlamak üzere yola çıktı. Fakat bu sırada Cevat Abbas odadan içeri girerek “Kumandan Karabekir Paşa geliyorlar, arkasında bir bölük süvari askeri var!” deyince tüm hayalleri oracıkta suya düştü, kalbi ateşle kaplandı… Kapıya doğru yöneldiğinde Kazım Paşa karşısında ve arkasında bir bölük asker duruyordu. Odada bulunan Rauf Orbay ve Refet Bele de her şeyin sona erdiğini düşünüyorlardı. Fakat o esnada Kazım Paşa’nın ağzından şu kelimeler döküldü:
“Emrinizdeyiz Paşam… Ben, askerlerim, bölüğüm emrinizdeyiz…”
Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’i oracıkta tutuklayabilirdi. Evet, saltanatçıydı, evet halifeciydi, fakat vatan aşkı bunların en üstündeydi. O, bir Şark Fatihi idi ve öyle kalacaktı.
Erzurum: Tam Bağımsızlık İçin İnat
“Manda ve himaye asla kabul edilemez!”
Erzurum’da düzenlenen kongreye başkanlık eden ve sivil ilk görevi olan Mustafa Kemal’in istediği çok netti: Tam bağımsızlık. Ya bağımsız oluruz ya bağımsız ölürüz. Bu toprakları ve onun üstünde yaşayan hiçbir canlıyı bırakmayız.
Sivas: Kurtuluş İçin Son Adım
Ve artık ateş harlanmıştı. Sivas’ın puslu bir gecesinde Mustafa Kemal’in ağzından şu cümleler dökülüverdi:
“Ya istiklal ya ölüm!”
Sakarya Meydan Muharebesi: Zaferin Temelleri
Mustafa Kemal önderliğinde düzenli ordu ve Kuva-yı Milliye toplanmıştı. Doğu’da Ermeniler, Batı’da Yunanlılar, Güney’de İtalya-Fransa-İngiltere ve son olarak içeride saltana karşı egemenlik mücadelesi vermek için harekete geçildi. Birinci ve İkinci İnönü muharebelerinde derdest edilen Yunanlılar, İngilizlerin de desteğini alarak tekrar saldırı planladılar. O sırada İsmet İnönü çadırda yorgun, bitkin ve düşünceli bir halde iken Mustafa Kemal çadıra geldi.
İsmet Paşa, “Her şey bitti, tükendi. Askerlerim çok kötü durumda. Aldığımız haberlere göre Yunanlılar tekrar geliyor. Galiba bizim için son yaklaştı…” diyerek Mustafa Kemal’e yakındı. Fakat Mustafa Kemal, “Asıl şimdi kazandık.” diye cevap verdi.
Paşa bu durumu anlamadı ve sordu: “Nasıl oldu da böyle bir nihayete erdin Paşam?” dedi. Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya orduyu Sakarya üzerinden Polatlı’ya kadar çekmesini emretti. İsmet İnönü bu emre karşı gelemeyecek olsa da bir anlamı olmadığını, hatta daha da kötü olacağını, halkın katline kadar gidebileceğini ifade ederek emri yerine getirdi. Tabii, Yunanlılar bu durumda çok mutlu oldular, cesaretlendiler. Türkler için son yaklaşıyor sandılar ama unuttukları bir şey vardı. Her kuşun eti yenmezdi; hele o kuş kartal ise yanından bile geçilmezdi…
Fatih Sultan Mehmed vefat ettiğinde Venedik’te “La grande aquila e morta”, yani “Büyük kartal öldü” diye gösteriler düzenlenmişti. Kartal, kartallığından bir şey kaybetmemiş, sadece biraz yavaşlamıştı. Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya şöyle dedi:
“Bırak gelsinler. Onları vatanın mukaddes ocağında boğacağım!”
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır…”
Mustafa Kemal’in temel düşüncesi, geri çekilme ile birlikte Yunan ordularının cephanelerini taşıyacakları bir yol olmamasıydı. Başkomutan Mustafa Kemal artık ordusunun başındaydı.
Yunan orduları Polatlı kapılarına kadar gelmiş, artık TBMM için bir tehdit oluşturmuştu. Mustafa Kemal’in stratejisi kazanamazsa hazin son yakınmış gibi görünüyordu. Paşa, işte o meşhur sözünü Sakarya Meydan Muharebesi’nde söylemişti: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her bir karış toprağı, vatandaş kanı ile sulanmadıkça vatan terk olunamaz!”
Atatürk, bu sözüyle tarihin sayfalarına bir sayfa daha atmıştı. Artık hattın dağılması ile savaş kaybı söz konusu değilmiş gibi görünüyordu. Sathın savunması, son birlik, son vatandaş ölene değin devam edecekti.
Savaş tam 22 gün 22 gece sürmüştü. Dünya tarihinin en uzun meydan muharebesiymiş bu… Yunanlılar, birlikleri azaldıkça geriye baktıklarında kıyı ile aralarında 400 kilometrelik bir mesafe görmüşlerdi. Bu onlar için ölüm demekmiş. Mustafa Kemal’in stratejisi işe yaramıştı. Yunan ordusu, geriden gelen İngiliz ordusu ile birlikte Afyon-Eskişehir hattına bir savunma hattı kurmuş ve tüm gücüyle saldırmak için bekliyormuş.
Fakat bu sıralarda anlamsız bir şekilde bir futbol maçı düzenlenmiş. Mustafa Kemal dahil tüm subaylar da bu maça katılmışlar. Tabii, bu maça katılanlar, Mustafa Kemal’in delirdiğini düşünmüşler. Düşman burnumuzun dibindeymiş, maçın sırası mıymış derler!
Fakat Mustafa Kemal’in amacı, düşmanın içeriden aldığı istihbaratı değerlendirip zafer sarhoşluğuna düştüğü yanılgısını yaratmaktı. Mustafa Kemal, o gece emrini verdi: “Afyon’dan saldıracağız!”
Yakup Şevki Paşa ve beraberindekiler ne kadar itiraz etseler de karar kesinleşmişti. Ancak taarruz gününü sadece ve sadece Mustafa Kemal biliyordu.
26 Ağustos 1922
Size de bir yerlerden tanıdık geldi mi? Evet, 26 Ağustos 1071, Türklerin Anadolu’ya giriş biletini aldıkları tarihti. Yani bu tarih öyle alalade seçilmemişti…
Bu sıralarda Yunan tarafı rahattı. Türkler zafer sarhoşluğu içindelerdi, elleri kolları bağlıydı. İngilizler’den de yardım gelmişti. “Yunan Genelkurmay Başkanı Hacıanestis, 1922 baharında tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Arkasında hiç eksik etmediği yabancı gazeteciler ve fotoğrafçılar, papazlar, sık sık davet ettiği kişilerle cepheyi geziyor, mağrur, küstah konuşmalar yapıyordu. Son çarpışmadan önce de, yine böyle bir kalabalıkla cepheyi gezmiş, mevzileri görerek İzmir’e dönmüştü.
İzmir Metropoliti Hristomos, Yunan Başkomutanı için büyük bir karşılama töreni hazırlamış, dini ayinler düzenlemiş. Şölenin sonunda Reuter Ajansı muhabiri, Yunan Başkomutanı’na:
‘Cepheyi gezdiniz, Mustafa Kemal’i gördünüz mü?’. Gururlu ve mağrur Yunan Başkomutanı hayret eder bir davranışla, soruya başka bir soruyla cevap vermiş:
”Ne? Mustafa Kemal mi? Kim bu adam? Ben böyle bir komutan tanımıyorum.”
Mustafa Kemal ise cevabını sonraya saklamış…
Büyük Taarruz: Son Darbe
25 Ağustos gününe kadar tüm hazırlıklar yapılmış. Emre göre birlikler gece hareket edip gündüz buldukları evlerde ve ahırlarda kalmışlar ki arada sırada gezen tarayıcı uçaklara rastlanmasın. 25 Ağustos günü Ankara’da sanılan Başkomutan Mustafa Kemal, arkasında İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Fahrettin Paşa ile beraber Afyon-Kocatepe sırtlarına kadar gelmiş.
25 Ağustos gece saat 04:00 sıralarında Türk ordusu, Mustafa Kemal’in emri ile harekete geçerek taarruza başlamış. İsmet Paşa önderliğinde Yunan savunma hattı bombalanmış.
Büyük Taarruz’un ikinci günü olan 27 Ağustos’ta, Dumlupınar yönündeki en stratejik nokta olan Çiğiltepe’nin mutlaka ele geçirilmesi ve düşmandan temizlenmesi gerekiyordu. Çiğiltepe’nin stratejik önemini anlayan düşman, bu noktada kararlı ve çetin bir direniş ortaya koyuyordu. Çevre tepeler ele geçirilmesine rağmen Çiğiltepe bir türlü ele geçirilemiyordu. Zamanla yarışan Türk ordusunun başarısı ve genel planın işlemesi için buradaki direnişin kırılması hayati önemdeydi.
Çiğil Tepe Olayı
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ağustos sabahı Albay Reşat’ı arayarak izahat istedi. Tepenin hala alınamamış olmasından dolayı planın işleyişi riske girmiş. Çetin bir düşman direnişiyle karşı karşıya olduklarını belirten Albay Reşat, gün içinde Çiğiltepe’nin alınacağının sözünü vermiş. İlerleyen saatlerde Çiğiltepe yine ele geçirilemeyince Mustafa Kemal Paşa ile ikinci bir görüşme daha yapmışlar. Bu sefer Reşat Bey, “Yarım saat içinde alacağız Paşam, söz veriyorum.” diyerek telefonu kapatmış. Bu andan itibaren artık kader ağlarını örmeye başlamıştı.
Ne yazık ki söz verdiği zaman zarfında Çiğiltepe’yi alamayan Albay Reşat, bir intihar mektubu bırakarak tabancasıyla intihar etmişti. Albay Reşat’ın intihar notunu, Mustafa Kemal Paşa’ya yaveri okumuştu: “Yarım saat içinde tepeyi alacağıma söz vermeme rağmen alamadığım için yaşayamam komutanım.” yazıyordu. Mustafa Kemal Paşa, büyük bir üzüntüyle telefonu kapatmış. Büyük Taarruz’un en kritik anında, vazife onurundan dolayı canına kıyan bu askerin hüznü tüm cepheyi kaplamıştı. Fakat işte Türkler böyleydi. Canını bırakır ama çok sevdiği vatanını bırakmayı göze alamazdı, onun elinden kayıp gittiğini görmek istemezdi…
İlerleyen saatlerde Çiğiltepe alınmış ve düşman Dumlupınar mevkiinde sıkıştırılmıştı. Kurt Kapanı planı, hücum başladıktan dört gün sonra başarıya ulaşmıştı. 30 Ağustos sabahı Büyük Taarruz, Başkomutan Mustafa Kemal ve silah arkadaşları ile birlikte nihayete erdirilmişti.
İşte o anlarda Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, aylar öncesinde kendisini tanımadığını söyleyen Yunan Başkomutanı Hacianestis’e cepheden şöyle bağırdı: “Hacianestis! Mağrur kumandan! Gel ve ordularını kurtar!”
Tarihler 9 Eylül’ü gösterdiğinde Afyon’dan İzmir’e kadar tüm her yer alınmış ve Yunan birlikleri temizlenmişti. Ve Ulu Önder Büyük Atatürk şu sözleri ile tarihe not düşmüştü:
“Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölümsüz abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, İlelebet mesut ve bahtiyarım.”
Bağımsızlık İçin Sonsuz Minnet
Ben de başta Başkomutan Atatürk’e, onunla beraber milli mücadelede savaşan silah arkadaşlarına, cepheye silah taşıyan ve erkeklerle yan yana çarpışan kadınlarımıza (Kastamonulu Şehit Şerife Bacı, Kastamonulu Halime Çavuş, Kastamonulu Hafız Selman İzbeli, Manisalı Makbule, Erzurumlu Fatma Bacı, Aydınlı Çete Ayşe, Nezahat Onbaşı ve Halide Edib), yani canını bu vatan için feda eden aziz Türk ecdadımıza sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Ve burada bugün varsak sizlerin sayesindedir bilinciyle sizlere layık vatansever, milli ve manevi değerlerine saygılı, çalışkan, bilgili ve aydın gençler olarak bize emanet bıraktığınız Türkiye’mizi yücelteceğimize söz veriyorum.
Saygı ve minnetle…