Tarihler 6 Şubat’ı, gece 04:17’i gösterdiğinde, Türkiye’nin yüreği bir depremle paramparça oldu. Bu depremden ilki 7.7, ardından gelen ikinci dalga ise 7.6 şiddetindeydi. Tam 10 şehir, korkunç bir yıkıma uğradı. Bu, sadece binaların çöküşü değil, aynı zamanda umutların, hayallerin, yaşamların çöküşüydü. Molozlar altında üşüyen masum insanların çığlıkları o karanlık gecede kaybolan hayatların acı feryatlarına dönüştü.
Bu deprem, sadece toprağı değil, kalpleri de sarsarak binlerce aileyi yok etti. Kimisi evladını, kimi anne ve babasını kaybetti. Öyle ki kimi her şeyini… Bu felaketin ardında bıraktığı boşluk, sadece evleri değil, geleceği de paramparça etti. Sıcacık evlerimizden, bu acı dolu tabloyu izleyerek, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kaldık. Çok üzüldük, çok dolduk…
Bu depremler, yaşadığımız yıkımlar, verdiğimiz kayıplar “kader” mi? Asla!
Asıl sorunun, yıllardır görmezden gelinen bir gerçek olduğunu gösterdi. Sorunun adı liyakatti. Deprem dahil yaşadığımız tüm yıkımların nedeni bilime kulak verilmemesi, daha çok kazanmak uğruna ahlaki / etik ve insani değerlerin ayaklar altına alınması, liyakatin ve adaletin yok edilmesidir.
Liyakatsizlik, bu depremin gerçek sebebiydi. Ülkemizi sarhoş eden bu sorun, gözlerimizin önünde büyüdü, ama kimse sesini çıkarmadı.
Liyakat; bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk durumu demek. Yaşamın sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için liyakatin bir değer olarak hayatlarımızda bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu uygunluk durumu kişinin yeteneklerine, eğitimine, önceden yaptığı işlere vb. yetkinliklere göre şekilleniyor. Bu mesleklerde olabilir. Sanatta olabilir. Müzikle ilgili olabilir ya da ikili ilişkilerle ilgili olabilir. Bazı insanlar belli noktalarda daha iyi olabilirler. İyi olanın iyi olduğunu o konuda daha iyi kararlar aldığını, daha iyi ürettiğini görüyoruz. Doğru insanı ödüllendirdiğin zaman ise o insanın hayal kurabilmesini ve geleceği daha iyi görebilmesini sağlıyorsun. Fakat hem takdir hakkını kullanmıyor hem de hayal kurdurmadığın bir insanın daha iyi üretmesini, kısacası yaptığı işi daha iyi yapmasını nasıl bekleyebilirsin?
İşte bizim sorunumuz tam olarak burada. Deprem bölgesine gidelim ve yıkılan evlere bakalım… O evleri yapanların liyakat sahibi olduklarını düşünebilir miyiz? Liyakat sahibi insanlar yaptıkları yapıların yıkılmasının ardından yurtdışına kaçmayı düşünürler mi?
Bakın ben bir üretim tesisinde üretimden sorumluyum. Bu süreç içerisinde yanlış yaptığım her işin sorumluluğunu alabilmeyi kendimi bir görev edindim. Çünkü biliyorum ki o işin sonuçları sadece beni değil o fabrikadan ekmek yiyen yüzlerce insanı da etkileyecek. İşte liyakat burada kendiliğinden bir hiyerarşi oluşturuyor. Doğru işi yapmak hiyerarşiyi doğal olarak sisteme sokuyor ve saygı unsuru devreye giriyor. Hangimiz o binaları yapan insanlara saygı gösteririz?
Örneğin televizyonlarda, haber kanallarında kısacası bilim temelli kanallarda Celal Şengör, Naci Görür bas bas bağırıyor İstanbul’a deprem geliyor diye. Yine sadece konuşuyoruz. Belki alınmaya çalışılan önlemler vardır fakat 20 milyonluk bir şehirden bahsediyoruz. Sizce bu şehirde alınması gereken tedbirler bu kadar küçük ve yavaş mı olmalı? Kahramanmaraş depremi de beklenmeyen bir deprem değildi. Bekleniyordu, gerçekleşti ve sonuçlarını biz yaşayarak öğrendik. Biz buna muhtaç mıyız? Bu evleri inşa edenlerin bir benzerlerini de inşa etmesine muhtaç mıyız? Rant uğruna insanların göz göre göre can vermesine muhtaç mıyız?
Değiliz fakat işte liyakatsizlik ve nepotizm bizi bu duruma sürüklüyor. Ve bu toplumun her kesiminde var. Deprem sonrası fiyatlarına zam yapan esnafta da var…
Çok büyük bir deprem yaşadık fakat bunu çok kısa süre içerisinde unuttuk. Daha bir yılını doldurmadan unuttuk hem de… Geçen biliyorsunuz deprem bölgesinden bir şehit verdik… Onu bile ertesi gün unuttuk. O şehidimizin ailesi çadırda kalıyormuş bir yıldır. Biz o aileye bir yıldır çadır dışında hiçbir yer sağlayamamışız. İşte bu bizim ayıbımız, işte bu oraya gidip o insanların ellerini sıkan ve yardım edeceğiz diyen her insanın ayıbı. Oğlu şehit olmuş, evi yıkılmış, akrabalarını kaybetmiş bir anneye, babaya bu saatten sonra ev alsanız ne fark eder ki?
Anı yaşamayı unutuyoruz diyoruz ya hep. Depremde can veren o insanların sabaha belki bir sürü hayalleri vardı. Kimisi yaza evlenecekti, kimisinin çocuğu olacaktı, kimisi sabah ailecek güzel bir kahvaltı yaparız diye yattı belki de… İşte anı yaşamayan bizler anın ne kadar önemli olduğuna burada tanıklık ettik.
Deprem bölgesine giden bir arkadaşım tuvaletin ne muazzam bir ihtiyaç olduğundan bahsetti. Düşünsenize her gün girdiğimiz ve aslında hiç önemli olmayan bir şeyin ne kadar önemli bir duruma geldiğini? O kadar küçük şeyler ki bunlar… İşte bizim yaşadığımız bu anlar artık o insanlar için bir anıdan başka bir şey değil…
Peki tüm bunlara rağmen neler yapmalı ve ne gibi önlemler almalıyız?
- Öncelikle herkes kendi kapısının önünü süpürmekten başlamalı bu değişime.
- Milletçe liyakati ilke edinmeliyiz.
- Sadece işi bilene değil, aynı zamanda o işi doğru yapana vermeliyiz koltuğu, işi veya o her ne ise. Tarafsızlığı ve hizmete uygunluğu aramalıyız.
- Adalet ve Hukuk’a güveni arttırmalıyız.
- Eğitimi her an vazgeçilecek bir husus olmaktan çıkarıp her an ve her koşulda aranacak hale getirmeliyiz.
- Kayırmacılığı (nepotizm) kaldırmalı ve meritokratik bir sistemi devreye almalıyız. (Meritokrasi, yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir.)
Bu podcast ile beraber liyakat sorununu dile getirmeye çalıştım ve buradaki asıl amacım bu depremi bu düzenbazlıklara rağmen unutturmamak. O evleri yapanları unutturmamak. O evlere izin verenleri unutturmamak. O insanların acısının hala diri olduğunu hatırlatmak… Ve en önemlisi bir gün bizimde yaşayabilecek olduğumuz bu afetleri yaşamamamız için kendi dünyamızı ve liyakate bakış açımızı değiştirmek. Her şey bireysel başlıyor. Bizler boş verelim birinin dayısı, yeğeni bilmem nesi bir yerde haksız bir şekilde işe girdiyse. Evet bu belki de hiçbirimiz için kolay değil. Fakat işte böyle durumda bile çevremizdekileri bu şekilde yetiştirdiğimizde; iyiliğin ahmaklık olmadığını öğrettiğimizde, yalanın ve kayırmacılığın etik olmadığını öğrettiğimizde ve uyguladığımızda daha ilerici, çağdaş bir toplum olacağımız inancını ben taşıyorum. Ümitlerinizi kaybetmeyin. Her sonun bir başlangıcı vardır.
Bunu başaracak olan bizleriz…
Sağlıcakla kalın!